Harun Yahya

Avrupa Birliği birlik olmada ne derece başarılı?




AB’nin ilan edildiği 1993 Maastricht anlaşması ile 12 ülke, Avrupa halklarını birleştirmek ve ortak sorunlara çözüm bulmak amacıyla siyasi bir birlik haline geldi. Ortak anayasa, ortak para birimi, merkezi yürütme ve yasama organları birliği güçlendirdi. 4. Büyüme ile Avusturya, İsveç ve Finlandiya, 5, 6 ve 7. Büyümeler ile de eski Doğu Bloku ülkeleri AB'ye katıldı. Avrupa Birliği 28 ülke, 500 milyon insan, 20 trilyon dolara yaklaşan bir ekonomi ile dünyanın sayılı güçlerinden biri haline geldi.

Ne var ki AB’nin bu devasa maddi güçteki siyasi birliği sosyal ve kültürel bir dayanışma ile gereği kadar desteklenmedi. AB halklarının tamamını kucaklayan ve kaynaştıran ortak bir değerler zinciri kurulamadı. Avrupa toplumunun genel refah, huzur ve mutluluk düzeyini yükseltecek, adalet ve eşitlik kavramlarını tüm AB insanına taşıyacak adımlar yeterli ölçüde atılamadı.

Bu eksikliğin altında yatan en önemli nedenlerden biri, birliğin kuruluşundan itibaren süregelen iki ana blok arasındaki çekişme oldu. Bu bloklar, Fransa ve Almanya liderliğindeki kıta Avrupası ile İngiltere ve İtalya’nın başını çektiği kıyı Avrupası'ydı. Birlik içindeki bu ayrılık ve çekişme, 2008 ekonomik krizinde İtalya, İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi AB üyelerinin finansal çöküşün eşiğine gelmelerinde önemli rol oynadı.

Aynı kriz döneminde, Kıta Avrupası'nın lider ülkesi Almanya ise güçlü ekonomisiyle daha da öne çıkarak AB genelinde ağırlıklı söz sahibi ülke konumuna geldi. Bunun sonucunda Avrupa Birliği, üyelerinin güç, servet ve refah düzeyleri arasındaki farkların gitgide uçurumlara dönüştüğü, eşitsiz parçalardan oluşan bir yapı haline geldi.

Oysa, birlik olmanın en büyük amacı ve özelliği o birliğin her parçasının, birbiriyle eşit, uyumlu, ve koordineli biçimde çalışarak, birbirinin eksiklerini tamamlayarak, sorumlulukları adil biçimde paylaşarak tüm birliğin toplam güç ve imkanlarına sahip olmasıdır. AB ülkelerinde gelinen son durum ise bu birlik mantığından büyük ölçüde bir kopma yaşandığını gösteriyor. Belli parçaların üstün konuma geldiği, belli parçaların ezildiği, bir kısmının tüm fedakarlık ve sorumluluğu yüklenip bir kısmının ise yalnızca fırsat ve çıkar peşinde olduğu bir yapıda artık birlikten söz etmenin bir anlamı kalmaz.

Birlik kavramının önemli bir unsuru da tüm birliğin ortak ilkeler doğrultusunda hareket etmesini sağlayacak güçlü bir merkezi karar mekanizması. Bu merkezi otorite, birliğin tümünü bağlayıcı kararları alma ve yaptırımları uygulama yetkisine sahip olmalı. Aksi takdirde, birliğin varlığını sürdürmesi ve tek vücut olarak ilerlemesi mümkün olmaz. Birliğin bütününü ilgilendiren konularda, her ülkenin yalnızca kendi ulusal çıkarlarını gözettiği, başına buyruk müstakil politikalar izlediği kopuk, dağınık bir yapı birlik ruhuna en büyük zararı verir.

Bu açıdan, AB'nin yürütme ve yargı sistemleri söz konusu güç ve yetkiye sahip olmaktan oldukça uzak. Dolayısıyla, üye ülkeler üzerinde yaptırım imkanları da oldukça sınırlı. Zaman içinde birliğin yönetici kadrolarının, adeta 19. yy. aristokrasisini hatırlatır biçimde, halktan kopuk, elitist bir görünüme bürünmesi de AB toplumunda merkezi bir karar mekanizmasını benimseme ve sahiplenme hislerini zayıflatıyor. Yöneticilerin kendi içlerinde ayrılık ve çekişmeye düşmesi gibi olumsuz manzaralar da merkezi otorite kavramının güvenirliğini bir kat daha zedeliyor. Oysa, yönetici elitler ve avam halk gibi hatalı ayrımlara girilmeden Avrupa halklarının sevgi, barış ve kardeşliği, bütünleşmesi vurgusu üzerine bir politika izlenmesi bu otorite sorununu rahatlıkla çözebilir.


Mülteci krizi AB'nin acilen çözmesi gereken köklü sorunlarını gün ışığına çıkardı



Son dönemde, Ortadoğu'daki savaştan kaçan mültecilerin Avrupa ülkelerine sığınma çabasının, içinden çıkılamayan, karmaşık bir krize dönüşmesi de bu sistemsizlikten kaynaklanıyor. Bugün kıtanın ortasında, elverişsiz iklim koşulları altında on binlerce çaresiz bebek, çocuk, kadın ve yaşlı mülteci çadırlarda, kamplarda, çoğu da bu soğukta açık havada aç ve perişan halde yaşam mücadelesi veriyor. Avrupa ülkeleri ve yöneticileri, bu mazlumları kurtarmaya çok rahat güçleri yetebilecekleri halde ortak bir karar alıp uygulamaktan çok uzaklar.

Oysa mülteci sorunu, çözümü son derece basit, teknik bir konu. Türkiye bile sınırlı kaynakları ile 2 milyondan fazla mülteciye ev sahipliği yapıyor. Çadır kentler kamplara, kamplar ise tam teşekküllü mini şehirlere dönüşmüş durumda. Diğer yandan, bu basit konu hakkında AB’nin 28 ülkesinden 28 ayrı ses çıkıyor. Üzerinde uzlaşılabilen hiçbir ortak çözüm planı daha ortaya konulamadı.

AB ülkelerinin, geliştirdiği tek ve "en büyük çözüm" ise 'gelen mültecileri Türkiye’ye yollama' fikri. Almanya Şansölyesi Merkel, Türkiye’den mültecilerin Avrupa’ya ilerlemesini durdurmasını talep ediyor. Ancak, bu talebin uygulanması hem AB’nin kuruluş felsefesine hem 1951’de Cenevre’de imzalanan Birleşmiş Milletler Mülteciler Statüsü'ne hem de 1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi'ne aykırı.

9 Kasım’daki AB İçişleri ve Adalet Bakanları toplantısının tutanakları, AB’nin yukarıda bahsettiğimiz merkezi karar alma ve yaptırım gücü zaafını bir kez daha gözler önüne seriyor. Toplantıda, Lüksemburg Dışişleri Bakanı ve AB Dönem Başkanı Jean Asselborn  AB ülkelerinde sığınma hakkı bulunan 160 bin mültecinin acilen paylaştırılmasını isterken İsveç mültecilerin başka ülkelere gönderilebilmesi için AB’den yardım istiyor. Aynı toplantıda Alman yetkililer de ortak mülteci kayıt sistemi olan Hotspot’u bir türlü etkinleştirmeyen İtalya ve Yunanistan’ı eleştiriyor. Avusturya’nın hedefinde ise Türkiye sınırlarını koruyamamakla suçladığı Yunanistan var. Fransa’nın gündemi sığınmacı statüsü kazanamayacak mültecilerin acilen ülkelerine gönderilmeleri. Asellborn’un Almanya ve İsveç’in sınırlarını kapatma tehdidine karşı yaptığı, “AB'nin temel prensiplerinden olan insanlık kültürünün yitirilmemesine çaba göstermemiz gereklidir” tepkisini tüm AB üyeleri bir özeleştiri olarak üzerlerine almalı.

Mülteci krizi, AB'nin kendi içindeki eksik ve sorunlarını farketmesi ve bir an önce bunları gidermesi için önemli ve belki de son fırsatlardan biri. Yarım yüzyılı aşkın süren birlik çabalarının boşa gitme tehlikesine karşı, tüm AB ülkelerinin bu uyarıyı dikkate almaları gerekli. Kendi dertleriyle boğuşan değil, tüm dünyanın sorunlarıyla ilgilenen, çözüm üreten, bütün mazlumların yardımına koşan, adaleti, barışı, sevgi ve kardeşliği savunan bir AB’ye gerçekten ihtiyaç var. 

Adnan Oktar'ın Pravda.ru'da yayınlanan makalesi:

http://www.pravdareport.com/world/europe/19-01-2016/133086-european_unity-0/

Masaüstü Görünümü