Harun Yahya

ABD'nin İhtiyacı Olan Savaş Değil Barıştır



Resmiyette fazla dillendirilmese de, dünyadaki savaşların, karışıklıkların, gizli sömürgeciliğin, küresel projelerin ardındaki baş aktör olarak ABD'nin görülmesi yerleşik bir kanaattir. Dolayısıyla, tepkilerin en fazla yöneltildiği ülke de hep ABD olmuştur. ABD ile birlikte her fırsatta ortak askeri, siyasi, ekonomik çıkarlar doğrultusunda hareket eden İngiltere, Fransa gibi müttefikleri dahi bu tepki ve eleştirilerin çoğunlukla hedefi olmazlar. Hedef, her zaman en büyük küresel güç unvanını taşıyan ABD'dir.

Peki gerçekten ABD müstakil bir küresel güç müdür? Yoksa, derinlerdeki bazı güçler mi kendisine şimdilik bu rolü uygun görmüştür? ABD, emperyalist ihtirasların ürünü olan savaşlara acaba kendi tercihi ve iradesiyle mi katılmış, yoksa bunların içine sürüklenip kullanılmış mıdır?

Bu soruların cevaplarını doğru anlayabilmek için, ABD'nin en başından emperyalizmin bizzat mağduru bir ülke olduğunu hatırlamakta fayda vardır.

Britanya İmparatorluğu'nun ağır baskıları altında ezilen Kuzey Amerika'daki 13 koloni, sömürgecilere karşı verdiği bağımsızlık mücadelesinden 1783'te galip çıktı ve ABD'nin temelleri atıldı. Sonraki dönemde ABD, Avrupa'dan kendini soyutlamayı temel prensip edinse de Avrupa'nın Amerika'ya karşı süregiden ilgisinden oldukça rahatsızdı. 5. ABD Başkanı James Monroe, 2 Aralık 1823'te Amerikan Kongresi'ne gönderdiği mesajında konuyla ilgili özetle şu uyarıyı yapıyordu:

Birleşik Amerika, Avrupa'nın işlerine karışmamakta ve Avrupa ile hiçbir politik ilgisi bulunmamaktadır. Avrupa da Amerika ile ilgilenmemelidir. Buna rağmen, Amerika kıtasına ayak basar ve sömürgecilik girişiminde bulunursa, ABD bunu düşmanca bir hareket sayacaktır.

Ancak, Britanya İmparatorluğu'nun ABD üzerindeki müdahaleleri son bulmadı. İmparatorluk, güney eyaletlerini isyana kışkırtıp iç savaşı körükleyerek hem Lincoln'ün kölelik karşıtı iktidarını yok etme hem de ABD'yi yeniden ele geçirme gayretlerini sürdürdü. Ancak, başarılı olamadı.

İngiliz ekonomist Stanley Jevons'un 1865'teki ifadelerinde, sömürgeci İngiliz zihniyetinin ABD'yi hala ne gözle gördüğü açıktı:

Kuzey Amerika ve Rusya bizim mısır tarlalarımızdır... Chicago ve Odesa bizim tahıl ambarlarımızdır... Kuzey Amerika'nın batısındaki kırlarda bizim sığır sürülerimiz yayılır... Uzun süre Birleşik Devletlerin güneyini kaplayan pamuk arazilerimiz artık dünyadaki sıcak bölgelerin her yanına yayılmaktadır. (The Rise and Fall of the Great Powers, Paul Kennedy, 1987)

ABD, daha kuruluş aşamasından itibaren sömürgeciliğe karşı mücadele vermiş, sürekli sömürgeciliğin hedefi olmuş ve sömürgecilik karşıtı tavrını hep korumuştur. Bu nedenle, köklü devlet geleneklerine ve prensiplerine bağlılığıyla bilinen ABD'nin bugün aniden emperyalist bir karaktere büründüğünü iddia etmek gerçekçi değildir. ABD, dünya süper gücü olması ve küresel ekonominin merkezi olması bakımından dünyanın tümüyle bağlantıdadır. Dünya çapında gerçekleştirdiği müdahillikler, kimi zaman devletlerin lehine, kimi zaman da aleyhine olmuştur. Fakat bu müdahillik, emperyalist bir sömürgeciliği yansıtmamaktadır. Bu durumda mevcut tablonun yegane açıklaması, ABD'nin çeşitli oldu bittiler, karmaşık taktiklerle sömürgeci projelere, küresel karışıklıklara alet edilmeye çalışıldığıdır.

Her iki dünya savaşına da hiç niyeti olmadığı halde, İngiltere’nin telkinleri ve provokasyonları ile şaşırtıcı biçimde sürüklenmiş olması da bunun en önemli göstergelerindendir.

Patrick Buchanan Churchill, Hitler and the Unnecessary War adlı kitabında ABD'yi, Dünya Savaşları'na, kendi küresel çıkarlarına hizmet ettirmek için İngiltere'nin kasten sürüklediğini anlatır. Kitaptaki şu satırlar ilgi çekicidir:

Amerikalılar, oğullarını I. Dünya Savaşı'nda okyanus ötesine demokrasi getirmek için yollamışlar ve sadece Britanya'nın İmparatorluğu'na 1 milyon mil kare toprak kattığını görmüşlerdi... Milyarlarca dolarlık borcu, onlar üzerinden kazanç sağlayan müttefiklerini izlemek için edinmişlerdi... Britanyalının dünyayı, imparatorluğu için güvenli kılması amacıyla, aptallar gibi kendilerine bir oyun oynanmış ve savaşa sürüklenmişlerdi. (s. 103-104)

Aynı oyun ABD'ye II. Dünya Savaşı'nda da oynandı. 14 Ağustos 1936'da ABD, Avrupa'daki savaşlarda tarafsızlığını bozmama kararı almıştı. Ancak, Hitler'in Amerika'ya saldıracağı, New York'u 5 ton bombayla bombalayacağı, bu amaçla büyük bir donanma inşa ettiği şeklindeki bütünüyle asılsız ve gülünç haberler İngiliz propagandasıyla tüm dünyaya yayıldı. Churchill de 18 Haziran 1940'ta yaptığı konuşmada, "İngiltere'nin Fransa gibi düşmesi durumunda Amerika dahil tüm dünyanın karanlık çağın çukuruna batacağı" tehdidini savuruyordu. (Patrick Buchanan, Churchill, Hitler and the Unnecessary War, s. 338-343)

En sonunda ABD, yine kendinden binlerce mil uzaktaki ülkelerle savaş arenasına çekildi. Her iki savaşta toplam 100 milyondan fazla ölü, yaralı, sakat ve kayıp insanın sorumluluğuna dahil edildi.

Yakın tarihe geldiğimizde ise Chilcot raporu önemli bilgiler ortaya koydu. Buna göre, yüzbinlerce sivilin acımasızca soykırıma uğratıldığı Irak savaşına ABD’yi dahil edenin, dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair olduğu anlaşıldı. Çıkış noktası ise, İngiliz istihbaratının, Irak'ta kitle imha silahları bulunduğuna dair yanlış bilgilendirmeleri idi.

Son dönemde basında çıkan haberler, 2001-2007 arasında Blair’in Bush’a gönderdiği gönderdiği mesajları belgelemiş ve Blair'in, Afganistan Savaşı'nın da akıl hocası olduğunu göstermiştir. 100 bine yakın insanın ölümüne neden olan Afganistan Savaşı, ABD'ye tam 686 milyar dolara mal olmuş ve ABD de büyük kayıplar vermiştir..

Görüldüğü gibi ABD, halkı ne kadar samimi, barışçıl ve iyi niyetli olsa da ne yazık ki özgür iradesini yönetimine yansıtmakta zorlanan bir ülke. Yöneticilerin büyük çoğunluğunun yüzlerce yıllık Anglosakson kökenli tarikatlar, dernekler, gizli örgütler tarafından seçildiği; politikaların derin devlet think-tanklerince dikte edildiği bir ülke konumunda. Londra'daki düşünce kuruluşu Chatham House'un, ABD başkanlarını seçilmeden çok önce belirlediği artık bir sır değil . ABD başkanları, bu kurumlar tarafından sadece seçilmekle kalmamakta, izleyecekleri programlar da kendilerine sunulmaktadır. ABD seçim kampanyalarının Rothschild hanedanlığı gibi küresel İngiliz finans devleri tarafından 100 milyonlarca dolarlık bağışlarla desteklendiği bir sistemde, ABD'nin bütünüyle özgür ve bağımsız hareket edebilmesi kolay görünmüyor.

Bu açıdan, her ülkenin olduğu gibi ABD'nin de dürüst, korkusuz, samimi, vicdanlı, barışçıl ve derin devlet tehditlerine boyun eğmeyen liderlere, yöneticilere çok büyük ihtiyacı var. Kuşkusuz, sömürgeci sistemin en büyük mağdurlarından olan Ortadoğu ülkelerinde ve Türkiye'de de aynı şekilde barışı, adaleti, huzuru isteyen samimi idareciler, vicdanlı kanaat önderleri var. Böyle vicdanlı, dürüst, ahlaklı ve akılcı insanlar arasında oluşacak bir ittifak tüm dünyadaki barış, huzur, refah ve mutluluğun anahtarı olacak, dünyayı kendi sömürgesi olarak tutmaya çalışan bir kısım odakların oyunları böylelikle bozulacaktır.




Adnan Oktar'ın Gulf Times'da yayınlanan makalesi:

 

http://www.gulf-times.com/story/522596/The-key-to-peace-order-and-justice-in-the-world


Masaüstü Görünümü